
Japonya, coğrafi konumu itibarıyla Pasifik Ateş Çemberi’nin tam kalbinde yer alır. Bu durum, ülkeyi dünyanın en sismik aktif bölgelerinden biri yaparken, aynı zamanda onu devasa okyanus dalgalarının yıkıcı gücüne, yani tsunamilere karşı savunmasız bırakır. Japon tarihi, bu doğal afetlerin yarattığı derin yaralarla doludur. 1896 Meiji-Sanriku, 1933 Sanriku depremleri ve 1960 Şili Depremi’nin yarattığı trans-okyanus tsunami, bu trajik tarihin sadece birkaç önemli yaprağıdır. Bu olaylar, yalnızca can kayıpları ve fiziksel yıkım getirmekle kalmamış, aynı zamanda Japonya’nın afet bilincini, erken uyarı sistemlerini ve toplumsal dayanıklılığını şekillendiren acı dersler olmuştur.
1896 Meiji-Sanriku Depremi ve Acı Dolu Yıkım
15 Haziran 1896’da meydana gelen Meiji-Sanriku Depremi, Japonya’nın en ölümcül doğal afetlerinden biri olarak tarihe geçti. Yaklaşık 8.5 büyüklüğündeki bu deprem, aslında o kadar hafif hissedilmişti ki, birçok bölgede insanlar onu ciddiye bile almamıştı. Depremin merkez üssü, Sanriku kıyılarının açığındaki okyanus derinliklerindeydi. Bu “sessiz deprem”, karada minimal hasara neden olmuştu. Ancak asıl felaket, depremden yaklaşık 30-40 dakika sonra geldi.
Okyanus tabanındaki şiddetli hareket, devasa bir tsunamiyi tetikledi. Dalgalar, bazı noktalarda 38 metreye kadar yükselerek kıyıya vurdu. Gece vakti, hasarsız geçen bir depremin ardından rehavete kapılan kıyı halkı için hiçbir kaçış yolu yoktu. Tsunami, köyleri, balıkçı teknelerini ve insanları bir anda yuttu. Resmi rakamlara göre 22.000 kişi hayatını kaybetti. Bu felaket, tsunaminin depremin kendisinden çok daha yıkıcı olabileceğini ve kıyı toplulukları için en büyük tehdidin sallantı değil, onu takip eden dalgalar olduğunu acı bir şekilde gösterdi.
1933 Sanriku Depremi ve Amansız Felaket
2 Mart 1933’te, neredeyse aynı bölge bu kez 8.4 büyüklüğünde bir depremle sarsıldı. 1896 felaketinin hafızalardaki canlılığı, bu sefer daha farklı bir tepkiye yol açtı. Deprem karada da oldukça şiddetli hissedilmiş ve hasara neden olmuştu. Ancak 1896’dan kalan kolektif hafıza, insanları tsunaminin gelişine karşı daha tetikte olmaya itti. Birçok kişi, depremin hemen ardından yüksek yerlere kaçmaya başladı.
Bu kısmi hazırlıklı olma hali, can kaybını 1896 ile kıyaslandığında büyük ölçüde azalttı. Yine de, 3.000’den fazla insan hayatını kaybetti. Tsunami dalgaları yine çok yüksekti (28 metreye kadar) ve kıyı yerleşimlerinde ağır hasara neden oldu. 1933 depremi, bir önceki felaketten dersler çıkarıldığını, ancak altyapı, erken uyarı ve şehir planlaması konularında hala yetersiz kalındığını ortaya koydu. İki deprem arasındaki 37 yıllık sürede, bölge yeniden inşa edilmiş ve nüfus artmıştı, bu da benzer bir afette kayıpların kaçınılmaz olduğunu gösterdi.
1960 Şili Depremi ve Korkunç Netice
Japonya’nın tsunami tecrübesi sadece kendi sınırları içinde meydana gelen depremlerle sınırlı değildir. 22 Mayıs 1960’ta Şili’de meydana gelen 9.5 büyüklüğündeki deprem, tarihte kaydedilmiş en büyük depremdir. Bu devasa sarsıntı, tüm Pasifik Okyanusu’na yayılan yıkıcı bir tsunamiyi tetikledi. Dalgalar, saatler sonra, yaklaşık 17.000 kilometre uzaktaki Japonya kıyılarına ulaştı.
Japonlar, Şili’deki depremin haberini almış olsa da, okyanus ötesinden gelen bir tsunaminin hala bu kadar yıkıcı olabileceğine dair tam bir bilinç yoktu. Tsunami, Sanriku kıyıları da dahil olmak üzere Japonya’nın Pasifik kıyı şeridini vurdu. 139 kişi hayatını kaybetti, yüzlerce ev yıkıldı ve binlerce balıkçı teknesi parçalandı. Bu olay, tsunaminin evrensel bir tehdit olduğunu ve bir ülkenin kendi sismik aktivitesinden bağımsız olarak risk altında olabileceğini net bir şekilde kanıtladı.
Ortak Miras Bağlamında Hafıza, Teknoloji ve Dayanıklılık
Bu üç büyük felaket, Japonya’nın afet yönetimi politikalarını derinden etkilemiştir. 1896 ve 1933 tsunamileri, kıyı bölgelerine tsunami uyarı işaretleri, kaçış yolları ve sığınaklar inşa edilmesine yol açtı. 1960 Şili Depremi ise, 1965’te Pasifik Tsunami Uyarı Merkezi’nin kurulmasına ve uluslararası iş birliğinin öneminin kavranmasına vesile oldu. Ancak, 2011 Tōhoku Depremi ve Tsunamisi’nin gösterdiği gibi, doğa her zaman tahminlerin ötesine geçebilir. Tarihten alınan dersler, Japonya’yı dünyanın en gelişmiş tsunami erken uyarı sistemine ve en eğitimli toplumlarından birine sahip yapsa da, mutlak güvenlik sağlamanın imkansız olduğunu kabul etmek gerekir. Bu büyük depremler, Japon toplumuna sadece fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik dayanıklılığı da öğretmiştir. “Shikata ga nai” (değiştiremeyeceğim şeyi kabul etmek) anlayışıyla birleşen bu kolektif hafıza, her yeni felaketten sonra toparlanmanın ve yeniden inşa etmenin temelini oluşturur. Japonya’nın hikayesi, doğanın öfkesi karşısında insanlığın öğrenme, uyum sağlama ve direnme kapasitesinin süregelen bir destanıdır.